Sayfalar

www.mabutuner.com

31.03.2012

ANKARA BU REZALETİ TEMİZLEYEMEZ

İlgili haberin bir bölümünü aynen Hürriyet'in sayfasından aktarıyorum:
Etimesgut ilçesi Eryaman Tunahan Mahallesi’nde, spor yapmak için dışarı çıkan İran uyruklu emekli öğretmen 60 yaşındaki Majid Yahyakhani bir anda karşısına çıkan 8-9 köpeğin saldırısına uğradı. Olayı gören bir kişi polise haber verdi. Yürüyüş yapan birine sokak köpeklerinin saldırdığı ihbarını alan polis ekipleri olay yerine geldiklerinde Yahyakhani’nin cansız bedeniyle karşılaştı.
Bir şehirde insan nasıl böyle ölebilir? Birçok hakkımız var, birçok hakkımız yok; ama kesinlikle böyle ölmeme hakkımız var. Bir insan böyle can verebilir mi? Türkiye'nin en medeni şehri olarak geçinen Ankara'da, Türkiye'nin başkentinde, it sürüsü tarafından parçalanarak...

Kendinizi o İranlı ailenin yerine koyun, evladınızı yurtdışına gönderdiğinizi düşünün ve onu sokak köpeklerinin parçalayarak öldürdüğü haberini aldığınızı düşünün. Ya da bir tanıdığınızın, komşunuzun bir yakını olsun. Ne düşünürsünüz? Ne hissedersiniz?

İçim parçalanarak itiraf edeceğim, son yıllarda okuduğum en kötü, en acı, en kepaze olay bu. Hiçkimse böyle bir ölümü hakketmiş olamaz. Ne diyeceğimi, ne yazacağımı bilemiyorum.

Bu haberin peşine düşüp, ilgili belediye ya da kurum yetkililerinin sorumluluğunu takip edecek gazeteciler aranıyor. Adalet aranıyor, diyemeyeceğim; adaleti mi kalmış bu işin...

Allah rahmet eylesin... 

                                                                              Fotoğraf: www.hurriyet.com

28.03.2012

KIRMIZI - DEVLET TİYATROLARI (İSTANBUL)

Bu akşam seyrettim KIRMIZI'yı. İstanbul Devlet Tiyatrosu turnesi. John LOGAN yazmış, Eray ESEROL çevirmiş. Niye yazarla başladım, diye merak ediyor olabilirsiniz? kesinlikle şunu söylemeliyim ki son yıllarda duyduğum en güzel tiyatro metnine şahit oldum.

devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

27.03.2012

KİLİT - TÜRK SİNEMASI

Youtube'da dolaşırken tesadüfen filmlere rastladım. Birkaç film açtım ve en sonunda Kilit'te karar kıldım. Açık konuşayım tamamını izleyeceğimi, izleyebileceğimi tahmin etmiyordum; ancak o yalın akışıyla harika bir durum komedisi çıktı karşıma. Durum komedisi dediysem son dönem piyasada görmeye alıştığımız süzme ciddiyetsiz, düzeysiz komedi(!) filmlerinden sanmayım. Nitelikli bir duygulu-komedi.

devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

25.03.2012

SÖNMÜŞ YILDIZLAR - DEVLET TİYATROLARI ANKARA

Sönmüş Yıldızlar… Daha önce Tatar halkının en büyük şairi Abdullah TUKAY’ın doğumunun 125. yılı anma etkinliği konusunda bir yazı yazmıştım. Ve şimdi sahnelerimizde izleme imkânı bulduğumuz bir Tatar tiyatro eseri, bir Tatar efsanesi hakkında yazıyorum. Anlaşılan o ki hükûmette kardeş milletlerle kayda değer sanat etkinlikleri çabası var.

devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

22.03.2012

DEVLET OPERA VE BALESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ'NE

Başlıkta Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'ne yazıyor; ama aslında kim okursa ona yazıyorum. Artık okuyanlardan ilgili birime sesimizi duyurabilecek, sözünü dinletebilecek kim varsa görev ona düşüyor.

Efendim konu opera eserlerinin tanıtım kitapçıkları. Ben gittiğim her eser için bir kitapçık alıyorum. Bu kitapçıklarda eserin özeti, bestecisi, söz yazarı, kostümü, sahnesi hakkında bilgiler; orkestra ve kadro bilgileri, esere dair makaleler, hatta araştırmalar ve tabii ki eserin librettosu/sözü yer alıyor. Fevkalade tatminkar bilgiler derlenmiş, kitapçık değil neredeyse kitap, hatta kaynak kitap kıvamında çok güzel çalışmalar. En ince kitapçık yüz sayfa. Fiyatı 7,5 TL (yedi buçuk TL). İşte bu fiyat pek çok kişiye pahalı geliyor olmalı ki dikkat ediyorum genelde benden başka kitapçık alan neredeyse yok gibi.

Satış masasında duran görevliye kaç kişinin kitapçıklardan satın aldığını sordum. Bu akşam, Rusalka'nın ikinci temsilinde 35 adet satılmış, Rusalka prömiyerinde ise 75 adet satılmış. (Aslında prömiyere bilet almıştım; ama aynı akşam Fenerbahçe-Galatasaray maçı olduğu için bileti bugüne aktarmıştım.) Düşünün prömiyerde bile 600 kişilik salondan 75 kişi eser kitapçığından alıyor. Bu kitapçık ki kimi zaman seyircinin esere tam anlamıyla hakim olabilmesi için olmazsa olmaz nitelikte. Büyük ihtimalle seyircilerin çoğu konservatuvar mezunu değildir, eser konusunda çok derin bir altyapıya sahip olmamaları da kuvvetle muhtemel... ama kitapçığı alan yok.

Öğrendiğim kadarıyla kitapçıkların maliyeti zaten çok yüksekmiş. Olabilir; sayfa kalitesi harika, örneklemem gerekirse pahalı kadın ve tasarım dergilerinin sayfa kalitesi ile aynı. Ancak insan düşünmeden edemiyor, hem nitelik hem nicelik anlamında bu derece kaliteli bir çalışma halka ulaşmıyorsa anlamlı mı?

Muhtemelen şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Kitapçık az miktarda basıldığı için maliyeti pahalıya çıkıyor; çünkü pahalı olduğu için alan yok. Yani bir kısırdöngü. Acaba kaliteden biraz ödün verilerek fiyat yarıya düşürülebilir ve talep artışıyla birlikte daha yüksek meblağ bastırılıp maliyeti ucuzlatılabilir mi?

Önemsiz bir konu gibi görülebilir; bence çok önemli. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nün dikkatine.

18.03.2012

HAYDİ KARINA KOŞ - DEVLET TİYATROLARI ANKARA

Haydi Karına Koş… Ray Cooney’in yazdığı tipik bir vodvil. “Vodvil ne ki!” diye soracak olursanız…  Dramaturg Eren Aysan[1] oyun kitapçığında vodvil hakkında çok güzel bir yazı kaleme almış ve bir yazı derlemiş; o fevkalade tatminkâr yazılardan alıntılarla:


devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

16.03.2012

FİGARO - DEVLET TİYATROLARI ANKARA

Angelo Savelli... 2008-2009 sezonunda Don Giovanni Ve Uşağı Pulcinella ile tanıdığım Savelli'yi bu kez Figaro[1] temsili ile pekiştirme imkânı buldum. Yazmakla yetinmeyip yönetmek eyleminin tadını da kendine saklayan biri. Diyebilirim ki son yıllarda gördüğüm en harika temsilleri bu kalemden izledim. Figaro mutlaka görülmesi gereken bir temsil.

Eserin adını ilk duyduğunuzda doğal olarak Figaro'nun Düğünü aklınıza geliyor. Tiyatrodaki Figaro aşağıda bahsi geçen üçlemedeki Figaro çerçevesinde çizilmiş nitekim. 

devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

15.03.2012

FUTBOLDA LAY LAY LOM'U HİÇ SEVMEM

Beni bilenler bilir, futbol oynarsam dibine kadar oynarım. Lay lay lom, hopa şina nay maçları sevmem. Öyle, yok efendim "Beleşte yatayım.", yok efendim "Defansta soluklanayım.", yok efendim "Çık, biraz kaleye ben geçeyim." gibi kaytarmacalar beni bozar.

İki yıl aradan sonra Libya'da oynadığım futbol maçının üstünden de iki yıl geçmişken sahalara döndüm; kondisyon eksiğimi kabul ediyorum, Kaiser duruşumdan epey yitirmiştim; ama serde futbol adamlığı olduğundan hiç gereksiz yere, ayağımda halı saha ile alakası olmayan spor ayakkabısı, kornere çıkacak topa attığım depar sonrası kontrolü kaybedip çizgifilmlerdeki gibi savrularak karlara yapışmam beni bu hallere getirdi a dostlar!

Olayın nasıl gerçekleştiğini canlı anlatımla dinlemek istiyorsanız, 'AYAK' yazın, boşluk bırakın, ayakkabı numaranızı yazıp cebime yollayın, ayağam cebinize gelsin.




14.03.2012

DON GIOVANNI İLE RÖPORTAJ - 2. BÖLÜM

Hatırlayacaksınız, yaklaşık iki hafta önce Don Giovanni ile yaptığım röportajın magazin ağırlıklı ilk bölümünü yayımlamıştım. Le Monde'dan aradılar, "İkinci bölümü bize sat, biz yayımlayalım." dediler. Cevap olarak -nedense- "Maç satan namusunu satmış demektir." dedim. (Bilemiyorum, biraz gündemin etkisinde kalmış olabilirim.) Şimdi Almanca yayın hakkı için Frankfurter Allgemeine Zeitung'la anlaştığım röportajın ikinci bölümünü yayımlıyorum. İyi okumalar.




2. Bölüm
                     ...

devamını yeni sayfamda bulabilirsiniz: www.mabutuner.com

YENİ BİR BEN DOĞDU

Dostlarım, Romalılar... ve siz Çorumlular... Canımsınız ya... Antonion kurban olsun size...

Bundan sonra YouTube'a eklediğim videolarımla yazılarımı pekiştirmeye karar verdim. Artık linkleri tıklayıpduru... Ali ağabeyin de dediği gibi: Ne yapıp duru? Sad but true!

İlk deneme kısmetse bu akşama.

Hadi hayırlısı. 

8.03.2012

ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Mektupta sıkça özel isim geçtiği için birer isim uydurdum, aksi halde C. K. H. diye gidecekti bütün mektup. Tabii ki gerekli düzeltmeleri yaptım. fazla bir şey yok, bunula idare edin lütfen.

                                                                                                29.06.1989
Can kardeşim Haluk
Nasılsın? Seni çok özledik. Cem, Kazım, Hayrullah ve ben. Geçen gün çocuklarla senden bahsettik. Zaten senden bahsetmediğimiz gün yok. Keşke Haluklar taşınmasaydı, dedik. Sen gittikten sonra hepimiz çok üzüldük. Sen olsan hayvanat bahçesine giderdik, gizlice girerdik, dondurma filan yerdik, diye konuştuk. Bunun neresi eğlenceli, diye güldük? Beraber olunca eğlenceli oluyordu ama.
Haftaya Cem’ler Ayvalık’a gideceklermiş. Babam da bize kamp çıktığını söyledi, Kuşadası’na gideceğiz. Kazım çok sinirli, dedesinin yanına gideceklermiş yine. Kazım’ın dedesiyle olan komik maceralarına amma gülmüştük. Komik değildi ama Kazım anlatınca komik oluyordu. İki hafta önce hastaneye gitmek için dedesi gelmişti memleketten, Kazım ‘Sizde kalayım Mustafa amca, ne olur.’ diye babama yalvarıyordu. Gülmekten altıma işiyordum.
Geçen gün okula gittik kimse var mı diye. Faruk hocayı gördük, havadisi aldık. Aysun hocanın düğünü varmış, evleniyormuş. Güzel kadındı.
Havalar sıcak. Erzurum kışın buz gibi olur. Şimdi nasıl? Konu komşuyla kaynaştınız mı? Arkadaşların var mı? Bize mektup yaz. Bana yolla, ben çocuklara okurum.
Üniversiteye hazırlık kursuna başlayacağız. Babam bir iki yerle konuşmuş. Tatile gitmeden kaydolacağım galiba. Ankara’yı kazanırsın, gelirsin. Çok eğleniriz.
Yabancı mektup arkadaşlarımız vardı iki sene önce hatırladın mı? Benim Hollandalı bir çocuk, senin Hindistanlı bir kız. Sana da mektup yazacağım hiç aklıma gelmezdi.
Buradan anlatacak fazla bir şey yok. Her şey bildiğin gibi. Haberler sende.
Kemal amcanın, Asuman teyzenin ellerinden öpüyorum.
Mektup yaz.
                                                                                         

5.03.2012

İKİNCİ MEKTUP

Hafta sonu mektup karıştırmakla geçti. Acayip ilginç mektuplar var; ama içerik olarak ilginç, üslup tın. Torbadan çıkan en düzgün, hatta tek düzgün mektup buydu. Tarihi bile yerli yerindeydi. Ufak tefek oynamalar yaptım yine de.

Mektuplar arasından fazla bir şey çıkmayacak galiba, abuk sabuk şeyler var. Bazılarının neden bahsettiği bile anlaşılmıyor. Çok kısa olanlar var, sanki mektup değil telgraf. Çivi yazısıyla yazılanlar bile var. Henüz bir mantık çerçevesine oturtamadım bu mektupları. Neden bu mektuplar? Nasıl ve neye göre seçildi bu mektuplar?

                                                                                              08.02.1988
                                                                                                 ANKARA
Sevgili G.
Ankara’da nasıl bir mevsim geçişi yaşadık, bilemezsin. Hani, yazın altında oturduğumuz ve gövdesini paylaştığımız ağaç vardı ya, sen “Sanki bizi sahiplendi.” demiştin, işte o heybetli ağaç bir gecede tüm yapraklarını döktü ve ölümü bekleyen bir ihtiyara benzedi zavallıcık. Gerçi epeydir sarıydı yaprakları, bunu bahane eden sinsi Ankara ayazı soyup soğana çevirdi ağacı.
Bazen insanlara da öyle olmaz mı? Pek çok acı çekersin, sıkıntı atlatırsın, birikir birikir ve öyle bir tanesi gelir ki hiç beklenmedik bir anda kırar geçirir; sonraki mevsime dek toparlan toparlanabilirsen… Düşünüyorum da acaba biz mi doğaya benziyoruz yoksa doğa mı bize benziyor?
Geçen gün tam o ağacın yanından geçerken durdum, etrafımı kolaçan ettim ve fark edilmediğimden emin olunca, kaygan ve parlak gövdesini bir iki sıvazlayıp “Seneye buradayız.” dedim.
O günden söz açmışken, bana birisinden bahsetmiştin, hoşlandığın bir erkekten, ilişkiyi nasıl kurman gerektiği konusunda ciddi endişelerin vardı. Ses soluk çıkmadığına göre işler istediğin gibi gitti demektir. Öyleyse sevinirim; çünkü sen mutluyken hayatı keyiflice yaşayan birisin –her ne kadar o keyifli hayatı yalnızca çevrendekilerle paylaşıyor, uzaktakileri hatırlamıyor olsan da… (Bu kadar sitem etmeye hakkım var diye düşünüyorum.)
Ankara’da işler yoğunlaşmaya başladı, bu mektubun bir amacı da bir süre mektuplara ara vereceğimi bildirmekti zaten. Sanırım önümüzdeki üç dört ay fazlasıyla yoğun çalışacağım ve muhtemelen yurtiçi seyahatlerine çıkacağım. Kart atarım gittiğim yerlerden, olmaz mı?
Gülümsüyorsun, görüyorum. Sence bu kadar ihmal edilmeyi hak ediyor muyum? Bir de gönül koymayı becerebilsem. A.’ya söyledim, o da hemen “Gönül koyarsan, düğüne gelmez.” dedi. Düğüne muhakkak bekliyoruz ve bahane kabul etmiyoruz. (A. sezdirmiyor ama sanki o benden daha çok istiyor düğünümüze gelmeni.) Unutma, konferansın olsun olmasın baharda buradasın.
Hoşça kal.

                                                                                     T…… B…….

3.03.2012

SHAKİRA VE YAN ETKİLERİ

Bunu gerçekten merak ediyorum: Acaba Shakira sadece benim mi midemi  bulandırıyor?

Hani, cinsel tercihlerinde sapma görülmeyen bir erkek olarak (ki ona şüpheniz olmasın) Shakira’ya hayran kalmam beklenebilir, hoş kız; ama yapılan iş o kadar ucuz ve seviyesiz ki vıcık vıcık kadın pazarlama kokuyor. Kim kıça bakıp da albüm alır ki! Televizyonda görsem panikle kanal değiştiriyorum, değiştiremediysem bir soda açıyorum.

Geçen gün televizyonda Shakira’yı görünce hemen kanal değiştirmek istedim; ama heyhat! Kumandayı kağıtların altında kaybetmiştim, panikledim, elim ayağıma dolaştı ve can havliyle fişi çektim. Kızım, anan babam yok mu senin!

Shakira’nın son klibi tanıdığım bir arkadaşımda yedi şiddetinde deprem etkisi yaratmıştı ve arkadaşım kendini camdan atmıştı. Evi zemin kattaydı; ama bu içinizi rahatlatmasın; çünkü tanıkların anlattığına göre arkadaşım hayatta kaldığını fark edince kulaklarını tıkıyarak çığlıklar eşliğinde ve hızla çatıya koşmuş, re-atlamış. Felç olmuştu. Belden aşağısı tutmuyordu. Hastanede ziyaretine koştum, sinir krizi geçiriyordu; felç olduğu için değil, doktorunun adı Şakir’di.

Gözleriyle ötenazi talebini göze getirdi.

Ucuzluk var, her yer ve her şey Sosyete Pazarı'na döndü.

2.03.2012

BİRİNCİ MEKTUP

Arkadaşın evini taşıdık. Yardım olsun diye gittik, angarya çıktı. Apartmanın deposuna bile ıvır zıvır doldurmuş, bir de o küf kokusu, pas kokusu içinden pis pis eşyaları ayıkladık. Köşede, eşyaların arkasından, kime ait olduğunu bilmediği gözenekli, kum kahverengi, küçük bir torba çıktı. Dibinden su emmiş, neredeyse yarısına kadar nemli. Açtım, baktım; tamamı zarflı yüz, yüz elli tane mektup. Laf ettilerse de dinlemedim, aldım torbayı eve getirdim. Bazılarının mürekkebi tamamen dağılmış bazıları ise kurşun kalemle yazılmıştı. İşe yarar birkaç tanesini bilgisayara aktardım. Elime geçen ilk mektubu, düzeltmelerini yaptıktan ve biraz şekil verdikten sonra buraya yazıyorum.


26.11.2004
Z.
Sana bu mektubu yazıp yazmamakta kararsız kaldım. Biliyorum, köprünün altından çok sular aktı, bunca zaman tek satır bile yazmadıktan sonra hiç yazmamalıydım belki, ama sevincimi seninle paylaşmak istedim: Bugün tahliye oldum. İyi halden. Başka kiminle paylaşabilirdim ki böyle bir haberi. Babam beni evlatlıktan çıkarmış, annem desen babamın sözünden çıkmaz. İçeri düştükten bir yıl sonra ablam geldi, tüm hesabı kapattı; evli barklı kadın artık, huzuru kaçsın istemiyor haklı olarak. Yıllardır bildik kimsenin yüzünü görmedim. Geriye bir sen kaldın tanıdık, sevdik. Ama merak etme bu beni son görüşün, benden son haber alışın. Aradan on iki yıl geçti, evlenmiş, kendine bir yuva kurmuşsundur muhakkak. Ailenin baskısı, mahallenin dedikodusu rahat mı verir insana! Hele ki senin gibi dünya güzeli bir kıza. Benim gibi bir serseriyi bekleyecek halin yoktu ya.
Hapishaneden çıktım, hemen ileride bir kıraathane vardı, oraya girdim. Eminim hapishaneden çıkan herkes oraya gidiyordur önce. Genişçe, havadar bir yer. Eskiden kıraathane denildiğinde döküntü, boş adamların takıldığı, fosur fosur sigara içilen yerler akla gelirdi; yakında sigara bile içirtmeyeceklermiş, diyorlar. Evet, ne yazık ki sigaraya başladım. Kokusundan tiksindiğim sigara dert ortağım oldu içeride. Bazen kimseye anlatamadığın düşünceleri içine çekmen gerekiyor ve duman edip üflüyorsun boşluğa, kaybolup gidiyor. Cahilce, değil mi! Okuyamadık da işte, cahil adam kaldık.
Allah'a şükür okuma yazmam var. Ocakçıdan mektup yazmak için kağıt kalem istedim, tip tip baktı. Gençten bir çocuk, sarı saçlı, mavi gözlü, Karadenizli gibi. “Abi mektup mu kaldı!” dedi dudak ucuyla gülerek. Ben içeri girmeden önce mahallede bir iki taneydi bilgisayar, şimdi herkeste varmış. Bilgisayardan yazışıyormuş insanlar, herkesin adresi varmış, mektuplar bilgisayardan gidiyormuş. Cep telefonu desen sigara paketinden ufalmış. Çoluk çocuk cep telefonu kullanıyor. Haberdardım içerideyken tabii ki; ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Hey güzel Allah'ım, dünya nereye gitmiş.
Çok vakit kaybettim Z. Umarım sen vakit kaybetmemişsindir.
Bakkalın telefonu duruyormuş hâlâ. Selim ağabeyi bilirsin, değişiklik sevmez, ağır adamdır. Aynen devam ediyormuş. Çırak açtı telefonu. Çocuğa seni sormadım tabii ki, belli mi olur sağda solda aradığımı söyler, başını yakmayayım diye düşündüm. Mektubu Selim ağabey bir şekilde sana ulaştırmıştır diye umuyorum, artık her neredeysen.
Mutlu musun? Dilerim çok mutlusundur. Bir gün olur da karşılaşırsak, yüz çevirme, bir kez olsun gülümsemeni görmek isterim. Ben seni çok seviyorum.
Sağlıcakla kal.
                                                                                    M. C..... K.........